bursa escort bayan

Altıparmak Escort Eve Gelen Escort Gemlik Escort Görükle Escort İnegöl Escort Karacabey Escort Kumla Escort Masöz Escort Mudanya Escort Nilüfer Escort Osmangazi Escort Otele Gelen Escort Rus Escort Sınırsız Escort Travesti Escort Ukraynalı Bayan Escort Yıldırım Escort
altıparmak escort çarşamba escort eve gelen escort gemlik escort görükle escort gürsu escort heykel escort inegöl escort iznik escort karacabey escort kestel escort masöz escort mudanya escort mustafakemalpaşa escort nilüfer escort orhangazi escort osmangazi escort otele gelen escort rus escort sınırsız escort üniversiteli escort whatsapp escort yıldırım escort
adalar escort adana escort anadolu yakası escort ankara escort antalya escort arnavutköy escort ataşehir escort avcılar escort avrupa yakası escort aydın escort bağcılar escort bahçelievler escort bakırköy escort balıkesir escort başakşehir escort bayrampaşa escort beşiktaş escort beylikdüzü escort beyoğlu escort bodrum escort bursa escort büyükçekmece escort çanakkale escort çatalca escort diyarbakır escort düzce escort edirne escort elazığ escort esenler escort esenyurt escort eyüp escort fatih escort gaziantep escort gaziosmanpaşa escort güngören escort istanbul escort izmir escort kadıköy escort kağıthane escort kartal escort kocaeli escort konya escort küçükçekmece escort kuşadası escort malatya escort maltepe escort marmaris escort mersin escort muğla escort pendik escort rus escort sakarya escort sancaktepe escort sarıyer escort şile escort silivri escort şişli escort sultanbeyli escort tuzla escort ümraniye escort üsküdar escort yalova escort
Bugun...


LachishPha Filiz Saban

facebook-paylas
Karadeniz Osmanlı Gölü müydü? Ve Rauf Orbay Hakkında
Tarih: 30-10-2023 22:12:00 Güncelleme: 31-10-2023 07:00:00


Anasayfa

Kutlu olsun!

*

2005’de vefat eden Tume İlyas, Vezir Savrum röportajında  ..” aboo.. Etem diyince vallahi onlar (bizimkiler) canlarını verirlerdi. Yahu o Enver paşa, Rauf  paşa, bilmem kim kim paşa, babalarımız bahsederdi o paşalardan.. hepsi Adığe idi. Nereye gitse cepheyi söküp, harbi kazananlar Adığelerdi, Adığe kumandandır,” der.   

Enver Çerkes değildi galiba, ama  Çerkes ve Kafkas dillerini muhtemelen iyi biliyordu hakkında yazanlara göre. Toplamından benim anladığıma göre bu paşaların konuyla bağlantılı  ve Adığe anılma sebebi onlar Osmanlı- Rus savaşlarında karadan ve denizden bir şekilde hepsi Karadeniz ve Kafkasya cephesinde bulunmuştu ve tek tek biyografilerine girerseniz onlar kuşaklardır Osmanlı subay ve paşaları ama tabi bu ne zaman başladı? 

Rauf Orbay’ın babası  oramiral Mehmet Muzaffer paşa 1876 veya 77’den sonra arasında başka görevleri olabilir ama 1890’a kadar Karadeniz görevinde Sohum’da görünüyor biyografisinde. Muzaffer paşanın kendisi Abaza (Ashkaruwa) ama babası Soğuksu eşrafından Çerkes Abdullah bey diye  geçiyor ve aşağıda alıntı yapacağım Mesudiye kitabında Çerkes Mehmet paşa diye anılır (sh.83) : “ birinci tümene (dört gemi bir tümen olur, birinci tümen birinci takım -ilk 2 gemi-komutanı aynı zamanda filo-donanma komutanıdır da)  Hasan Rahmi ve Hayri, ikinci tümene Faik ve Çerkes Mehmet paşaların atanması uygun bulundu ama Çerkes Mehmet paşa (onlarla) geçimsizliğinden söz ederek görevden affını istedi..”

Rauf 1880/1 doğumlu, belki babası Mehmet Muzaffer Paşa Sohum’da iken doğmuştur. Cumhuriyet’ten sonra Mustafa Kemal dahil paşaların neredeyse tamamı Türkiye doğumlu yapıldı, niye yapıldı bilmiyoruz -burada belki böyle bir şey olmuştur.

Tume İlyas’ın işittiğine göre :” Rauf öyle bir denizcidir ki Akdeniz’de, Karadeniz’de nerede balık yumurtlasa, nereye yumurta atsa bilirdi ve Kazım Karabekir paşa da dağda nerede kartal yuvası, nerede yumurtası var iyi bilirdi.”

Ancak anladığım Tume İlyas  Çerkes Abdi Paşa’nın oğlu Mehmet Rauf ile Muzaffer paşanın oğlu Hüseyin Rauf paşaları birbirine karıştırıyor  bir evrede.  Er olarak askere kaydolan Çerkes Abdi paşanın oğlu Mehmet Rauf da gerçi Abaza ve Moçanlardan bilinir   ve Hüseyin Rauf gibi Abaza mıydı yoksa Çerkes mi, Adiğoşlarla aramızda daima polemik konusudur.  Evliya Çelebi de göreceksiniz, bazen bir kabile aynı zamanda hem Çerkes hem de Abaza hanesine yazılıyor ve aynı hane Türk veya bazen Nogay olarak da geçiyor.

Athena üstünde en güzeline yazan bir altın elmayı ortaya fırlattı sorunsalı.

Mehmet Rauf 1849’da Bosna’da ve 1853-56’da Kırım savaşında bulundu. 1856’da ataşemiliter olarak gittiği Fransa’da kurmay okulunu bitirdi, 1868 başyaver-general, Tume-gillerin bu tarafa geldiği tahmin edilen 1875’de ve sonra Ocak 1877’de tekrar Bahriye nazırı oldu. Bu olduğunda Orbay paşa henüz doğmamıştı. Babası İdris çavuş ama büyük olasılıkla Orbay dahil diğer paşaların çoğunu gördü veya zamanlarında yaşamış olmalı. Abazalıkları veya Çerkeslikleri biraz da belki vilayet adları ile alakalı olmakla beraber Tume İlyas’ Çerkes değil ama daima Adığe terimini kullanır.  Birkaç da kitap tanıtacağım bu vesile ile.

Oğuz Otay’ın 1874-1914 Osmanlı’nın son 40 yılının tanığı Mesudiye Zırhlısı

Sh 67+ :  3 Mayıs 1877’de Karadeniz Ereğlisi’nden kömür ikmali yapan Mesudiye 5 Mayıs’da Batum’a varır. 10 Mayıs’da Rus cephesini temsil eden Yzb. Stepan Osivitz Makaroff Constantine adlı bir ticari tekne ve yedeğindeki 4 küçük tekne ile Batum’a yaklaşır-Mesudiye onu engeller.  Araya giren 16 Mayıs’da Sohum kalesi muharebesi var, kale yıkılacak ve Osmanlı donanması Sohum’a girecek. 29 Mayıs’da Mesudiye amiral sancağını herhalde Sohum’daki?  Asar-ı Tevfik zırhlısına devredip, Akdeniz filosuna dahil olmak üzere İstanbul’a yol alır veya Asar-ı Tevfik Batum’daki üste kalıyor ama kıyılarda devriye yapıyordur. Mesudiye Girit’te üslü Akdeniz filosuna katılmak üzere İstanbul’a dönerken Poti’deki Rus garnizonu bombalar ama sığ sulara giremediği için etkili olmaz  ve sığ sular için hazırlıksız olmak Osmanlı’nın nedense asırlarca sürecek problemi olacaktır.

Şekil 1 Asar-ı Tevfik

 

Mesudiye’nin 1877 Batum emri hakkında: ..Marmara’daki filo eğitimlerinden sonra Bozcaadalı Hasan paşa kumandasında Mesudiye, Aziziye ve Orhaniye zırhlıları Karadeniz’e çıktı ve Batum’daki Ahmet Paşa komutasındaki Mahmudiye, Avnillah ve Muin- Zafer zırhlıların oluşan filoya katıldı. Bu Ahmet paşa kesin diyemem ama Lortkipanidzelerden Mirliva Ahmet Avni paşa olabilir. Epey sonra Bahriye nazırlığı da yapacak ve daha sonra da Yüzellilikler listesine girecek. Ama Mehmet Arif Bey’in 93 Harbi kitabında Kafkas cephesinde andığı Ahmet Muhtar paşa da olabilir. Mantıken bahriyeli olanıdır diye düşündüm- doğru cevabı bilmiyorum.

 

 

Asar-ı Tevfik hakkında

Orijinal adı Ibrahimiye olan zırhlı savaş gemisi Mısır Hidivliği’nden satın alındıktan sonra “Tanrı’nın yardımının eseri” anlamına gelen Asar-ı Tevfik adı ile 93 Harbi olarak da bilinen  1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’nda Karadeniz’e atandı ve elimdeki kitaba göre misyonu Doğu Karadeniz idi zaten.  Üç filo vardır : Akdeniz, Tuna ve Karadeniz. Akdeniz ve Karadeniz kendi misyonlarını tamamlasalar da Tuna filosu sıkıntı yaşamış görünüyor. Karadeniz filosu dahilindeki Asar-ı Tevfik  Batum ve Sohum savunmalarına da destek verdi. 

Asar’ı Tevfik savaş bittikten sonra İstanbul’da bir müddet yedeğe alınıp Haliç’e kilitlenecek ve 31 Mart ayaklanmasında süvarisi Ali Kabuli bey isyancı askerler tarafından linç edilecektir.

*

Mesudiye İstanbul’a döndüğünde Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa azledilmiş ve yerine Çerkes Abdi paşanın oğlu olan Mehmet Rauf atanmıştır. Mesudiye’nin mevcut süvarisi Rıza bey, azledilen Kayserili Ahmet’in damadı olduğu için, mevkisine liyakatle gelmiş olmasına rağmen görevden alınır. Zırhlıya atanan yeni süvari Hasan paşaya Sohum’a gitmesi ve oradaki donanmaya katılması emri verilir ve böylece Mesudiye tekrar amiral gemisi olur ama görev uzun ömürlü olmaz ve tekrar Akdeniz filosuna katılma emri alır. 

Girit’te üstlenen 1877-78 Akdeniz filosunun iki misyonu vardır.

  1. Rus Baltık filosunun Akdeniz’e girmesini engellemek ve
  2. Yunanistan’ın Rusya yanında savaşa girmesini engellemek.

Başarılı olur.  Ancak Balkanlar ayağı açıkta kalmıştır ve gelişmeler tarafları 31 Ocak 1878 mütakere görüşmelerine götürür. Belki gerçekten öyle bir talep olduğundan veya tercüme hatasından Rusya’nın Mesudiye dahil epeyce savaş gemisinin kendisine verilmesini talep ettiği söylencesi ortalığı karıştırır ve 27 Şubat 1878’de Donanma mensupları bunu yapmaktansa gemileri batıracaklarını deklare ederler ve Abdülhamit de böyle bir şey söz konusu bile olamaz der ama donanma unsurlarının bakımları maliyetlidir, modernize gereklidir ve eski usule alışkın asker ve denizciler yeniliklere açık değildir, modern teknolojilere hakim olmakta zorlanırlar-ki buna  hak veriyorum anlamında değil ama akıllı fırınlarla süregelen mücadelem nedeniyle- ne alaka değil, çok alakası var; empati yapabiliyorum, kademeli değil ama bir anda bir sistemden diğerine geçiyorlar anladığım kadarıyla. İlaveten  eğitimliler de günün siyaset ve kayırmacılıkları arasında kaynarlar ve bir kısmı da belki geleneksel denizcileri hor görürler -bu da var sebepler arasında; ve bu arada karacılar demir yolları için de yatırım istiyordur ve istedikleri bütçe için anladığım kadarıyla donanmanın masraflarını eleştirirler (sh 97) ve hepsinin sonucu olarak donanma bir şekilde kızağa çekilir  ve bahriyeli talim ve eğitimleri takip eden 20 sene boyunca ihmal edilir.  Bu kitapta tabi Mesudiye’nin hikayesi anlatıldığı için sadece bu periyoda bakılıyor- ama belki arşiv yetersizliğinden genelde bir sıkıntı var ve özellikle sığ su  ve nehir denizciliği aşırı ihmal edilmiş görünüyor ve bu da beraberinde o zaman eğer Osmanlı değildi ise Karadeniz’de sığ su ve  nehir güvenliğini kim-ler sağlıyordu sorusunu birlikte getiriyor 1478-1878 aralığında. 400 sene boyunca herkes marul gibi yatmadı herhalde?

*

Inner lake or frontier? The Ottoman Black sea in the 16th and 17th centuries  ( İç Göl mü Hudut mu? 16 ve 17.asırlarda Osmanlı Karadeniz’i)- Dariusz Kolodziejczyk var elimde.  Yazar bir taraftan Osmanlı Karadeniz’e hakimdi görüşünü kritiklere ve materyal eksikliğine rağmen savunur ve ama diğer yandan da 17.asırda popüler olmuşa benzeyen “Bakire Karadeniz ve Harem,” metaforuna hatalı bir metafor olduğu gerekçesi ile karşı çıkar.

17. asır Istanbul’unda Robert Mantran Karadeniz’e girmek isteyen Venedik tüccarları ile alakalı meşhur bir anekdotu nakleder. 1686 Fransız büyükelçisi Pierre de Girardin’e Porte (İstanbul demek istiyor sanırım)  yetkilileri “Sultan hareminin kapılarını bir yabancıya açar ama Karadeniz’e serbest geçişi asla,” demiştir.

Aynı metaforu 1700 senesinde baş dragoman Alexander Mavrocordatos  Rus büyükelçisi Dimitriy Golicyn ile müzakeresinde kullandı ve Rusların Karadeniz’de serbest navigasyon taleplerini reddederken Karadeniz’i iffetli bir Bakire’ye benzeterek, “yabancı deniz taşıtları ile asla kirletilemez,” dedi. (30 Temmuz 1700 Ruslar ve Osmanlı arasında 30 yıl Barış’ı denen İstanbul anlaşması var)

17.asırın politik müzakerelerinde Harem ve bakireler metaforu hayli popüler olmalı, yirminci asır tarihçileri ama Karadeniz’den jeografik ve milli bir terim tercihi ile Türk Gölü olarak bahsetmeyi tercih etti.  Paul Cemovodeanu’ya göre Karadeniz 1475 Kefe’nin fethinden 1774’den Küçük Kaynarca anlaşmasına kadar 300 sene boyunca Türk gölü idi.  

Wilhelm Heyd ve Marian Osmanlı’nın Karadeniz’deki ticarete olumsuz etkileri olduğunu savunurken, Halil Inancık aksine “Fatih Sultan Mehmet ve halefleri realist ve ticari düşünürlerdi ve  böylece uluslararası ticaret için sadece güvenli geçiş sağlamadılar ama bölge sakinlerinin de kazanmalarını sağladılar,” görüşünü güçlü bir şekilde savundu. M.Aymard , M.Berindei, G. Veinstei ve Gandossi gibi araştırmacılar  en azından 16.asır ortalarına  dek Karadeniz’de İtalyan tüccarların varlığını ispatladı ve İnalcık “1475 Kefe, 1484 Kili ve Akkerman fetihleri ile değil, 1538 Bucak fethi ile Karadeniz tam anlamı ile Osmanlı gölü formunu almıştı,” dedi. Ancak Osmanlı Karadeniz’de ne kadar veya nerelere kadar egemendi?

14.asır sonlarında (1350) Karadeniz’in Diniester ağzı (Turla) ve Dnieper ağzı (Özü) Litvanya’ya aitti. Litvanya grandükü Vytautas bu iki hudut istihkamına Oczakow ve MajakC adlarını vermişti. 15.asır sonlarına doğru Litvanya’nın güney ve doğu kıyıları  Muskovit ve Kırım güçleri tarafından işgal edildi. Kırım hanı Mengli Giray 1495-98 arası bir vakitte Litvanya Oczakow’unun olduğu yere Cankerman kalesini inşa ettirdi ve 1538’den önce bu kale Osmanlı askerlerinin üssü oldu ve kısa süre sonra da Özü kalesi adıyla anılıp  önce Sancak ve sonra da Eyalet’e dönüştürüldü. Polonya (Leh) kralları batı Karadeniz kıyıları kontrolünü kaybetmekten haliyle mutsuzdu. 1538 Mayıs ayında kral Sigismund, Erazm Kretkowski adlı elçisine Kanuni Sultan Süleyman’a iletilmek üzere talimat verdi:

"Allatum  est  etiam  ad  Regiam  Maiestatem  quod  Caesarea  Celsitudo  Vestra arcem Oczakow, et alias nonnullas arces, quae ad Regnum Maiestatis  Regiae,  a nullo retroacto  tempore  pertinent,  praesidiis  firmaverit  et illas  extruere  decreverit.  Maiestas  Regia rogat  ut  Caesarea Celsitudo  Vestra,  pro animi sui magnitudine, non pluris facere,  arcem Oczakow, velit quod  suam, in servandis foederibus usque adeo laudatam constantiam..”

*1538’de Boğdan anlaşması var -ama ondan mı bahsediyor bilmiyorum. Sigismund Özü kalesinin Osmanlı’da olmasını tanıyordur ancak Majesteleri Caesar’dan (Kanuni Sultan Süleyman) anlaşmayı onurlandırmasını ister.

Kanuni Sigismund’un mektubuna dört yıl sonra cevap verdi ve “söz konusu (Lehistan- Litvanya ve Osmanlı arasındaki ihtilaflı) topraklar son 30-40 seneden beri Kırım hanlığına aitmiş (otuz kırk yıldan ziyade Tatar hanları zabt idab), ben de hudut beylerimden yeni öğrendim,” dedi ve aynı sene karşılıklı atadıkları delegelerle bu hudut meselesini çözmeye çalıştılar ama sonuç alınamadı. Lehler buluşmanın Boh nehrinin (Aksu) sağ kolu Kodyma nehrinin Karadeniz ile buluştuğu yerde olmasını   ama Osmanlı delegesi Osman bey daha kuzeyde buluşmaları gerektiğini söylüyordu – buluşma yerleri sınırları belirlemek anlamında da belirleyici anladığım kadarıyla. (Bu Osman bey Özdemir oğlu Osman paşa sanırım, Çerkes de Kafkas çerkesi mi yoksa Mısır çerkesi mi kısmı net değil ve karakterlerin çoğunda var bu durum)

Özü (Ockazow) hakkında Karadeniz’deki Osmanlı yazıtları- Mehmet Tütüncü :  Modern Ukrayna’da, Karadeniz’in kuzeyinde, Aksu / Bog / Buğ (eski adı İpanin) nehriyle Özü (Dinyepr) nehrinin döküldüğü kıyı gölünün kuzey kenarında Kılburun karşısında önemli bir yarımada üzerinde bulunur. Kanûnî Sultan Süleyman zamanından beri kullanılan Özü (Özi) kelimesi Oçakof ’un Türkçe karşılığıdır. Litvanyalılar kalenin 1400’lerde kurdukları Daşiv istihkamı olabileceğini önerir, 1490’larda Kırım Hanlığı da Cankirman  (veya Karakirman) adıyla burada kale yaptırdı ve Kanuni’nin 1538 Karaboğdan seferi ardından kale Osmanlı idaresi altına girdi. Evliya Çelebi’de ve ayrıca Osmanlı belgelerinde Cankirman namı diğer Özi diye anılır. Başlarda Silistre livasına bağlı idi, sonra Akkirman livasına bağlandı (1570), ve Kazakların Karadeniz’e çıkış yolu olduğundan zamanla önemi arttı ve 1584’de Özü Rumeli beylerbeyliğine bağlı sancak yapıldı ve 1591 Kazak saldırısından sonra 1593’de müstakil beylerbeyliği yapılıp, Silistre, Niğbolu, Çirmen, Vize, Kırkkilise, Bender, Akkirman, Kili ve Kılburun sancakları buraya bağlandı. 1631-32 Iv.Murat dönemi idari taksimat defterlerine göre Vidin ve Azak da Özü’ye bağlanmıştı, ve burada bir beylerbeyi, bir kadı, bir kaptan ve bir defterdar bulunmakta idi. Özü kalesi önünde daima küçük bir filo vardı ve Akkirman, Kili ve İsmail’e buradan mal taşınır idi.

*Birden fazla sebep var -birden fazla cephe var da bu kanatta Ruslarla kriz 1563-69 Don-Volga kanal projesi ile başlıyor -Kefe beylerbeyi Janelerden olduğu sanılan  Çerkez Kasım Paşa proje sorumlusu. Hotko Samir’in 1578-1591 Osmanlı-Safevi Savaşı’nda Çerkesya makalesine Jineps’den ulaşabilirsiniz.

1544’e geldiğimizde sorun hala devam ediyordu ama Lehler artık anlaşabiliriz noktasına gelmişti ve Sigismund  tekrar haber gönderdi ancak Süleyman Bursa yakınlarında avlanmakla meşguldü ve “başka bir zamanda çözelim,” dedi ve 1569’a gelindiğinde hudut anlaşmazlıkları hala çözülememişti. Kırım hanlarının benzer hudut belirleme talepleri de benzer şekilde görmezden gelindi, ancak bölgedeki Tatar camileri ve müslüman mezar taşları ihtilaflı topraklardaki Osmanlı varlığının delilleri olarak o vakitlerden beri sıkça kullanıldı ve şaşırtıcı bir şekilde hudutları belirlemedeki başarısızlık aralarında herhangi bir savaş yol açmadı ve takip eden bir asır boyunca Osmanlı -Polonya (Lehistan) ilişkileri çoklukla barışçıl ve hatta dostane idi. İlk ciddi savaşları 1620’de oldu ve ilk hudut anlaşmalarını 1633’de yaptıklarında Litvanya ile Lehistan tarafı Karadeniz’de en azından özerklik talep etti; 1542’de Kırım’a elçi olarak giden Michalon Lituanus 1550’de tamamladığı De moribus Tartarorum’da  Litvanya hudutlarını tarif etti :

"ad pontum Euxinum ubi  ostia Borysthenis,  et  [ ...]  ad  terminos  Tauricae,  ac  Towani  traiectu Borysthenis" ( Taurica’ya , Borysthenes kapılarının olduğu Karadeniz köprüsü ve Towani geçişine kadar)

1568’de Porte’ye atanan  Leh elçisi Piotr Zborowski  Leh kralına Osmanlı sultanıyla yaptıkları kapitülasyon anlaşmasını hatırlattı ve kraliyet topraklarındaki otlakları kullanan Tatar ve Türk çobanlardan mera vergisi tahsil edilmesi gerektiğini söyledi.  Zborowski’ye  göre Dniester’in sol yakasındaki tüm meralar krala aitti. 1605’de Kırım hanlığına atanan Leh elçisi Florian Oleszko’ya Lehistan hudutlarının Karadeniz’e kadar olduğunu bildirme emri verilmişti. Leh elçileri 1610, 1620 ve hatta 1622 Hotin muharebesinden sonra da Bahçesaray hükümetine bu talepleri yinelediler ancak iki tarafta üstünde fazla durmadı. Lehler Kırım hanının Sultan’ın onayı ve gücü olmadan topraklarını alamayacağını biliyordu ve Lehler gerçekte Tatarlardan bilhassa Osmanlı ordusuna katılıp başka yerlere (Macaristan) akınlar yaparken Leh topraklarına girmemelerini /buradan geçmemelerini  istiyordu ve dolayısı ile Karadeniz’e kadar uzanma isteklerinde aslında ciddi değillerdi ve Kodyma nehrini güney hudutları olarak pratikte zaten kabul etmişler ve 1633’de hudut resmiyete dökülmüştü.

Piotr Zborowski’den kalma belgeler 16.yüzyılın ikinci yarısında Karadeniz politikalarındaki komplikeliği ortaya serer.  Ağaç ve tahıl yokluğu İtalya, Venedik ve Papal diplomasiyi  Karadeniz ve Dnister üstünden Akdeniz’e Leh ürünleri ithal etmeye sevk etmiştir. Ve Porte (Porte derken İstanbul’u kastediyor anladığım kadarıyla) yabancı navigasyonuna her zamanki gibi hoşgörülü değildir. 1567’de kral Sigismund Augustus kraliyet meclisinin Dniester ihracat projesini Türk kadırgalarının Polonya’yı (Lehistan) işgal etmesine yol açar diye reddettiğini belirtti ve proje resmi olarak yasaklandı. Ancak Zborowski bu işi yapmak istiyordu ve kardeşi Krzystof için Osmanlı’dan gizlice imtiyaz alarak kendi gemileriyle Dniester taşıttığı malları Osmanlı eyaletlerinde sattı.

Tarihçiler Osmanlı’nın Karadeniz coğrafyasını iyi bildiklerini düşünür. Elimizde Kanuni Süleyman’ın  Temmuz 1538 ve  Ekim 1540’da yazdığı birer mektup var. Mektuplarda Kanuni başka konulardan hariç tebasına Pulya/Polya  vilayetindeki kraliyet kalelerine saldırmayı yasaklar : Polya vilayetinde alan (olan) maik kalelerinize… dahl eylememek..

Lehçe tercümeleri Türkçe kopyaları ile birlikte muhafaza edilir ve Polya terimi Polonya  anlamına gelen Polskie ve araziler-topraklar anlamına gelen polach ile karıştırılır.  Polonyalı akademisyen Zygmunt Abrahamowicz Türkçe terim Polya’nın Slavcada Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki step toprakları anlamında kullanılmış olması gerektiğini önerdi ve Romanyalı tarihçiler Mihail Guboğlu ve Mustafa A.Mehmed tarafından öneri kabul edildi. Ancak 1540 tarihli mektupta Süleyman üstelik de Algiers (Cezayir) beylerbeyi Hayreddin’e yazmıştır ve Polya’daki hiçbir kraliyet kalesine saldırmayın der ve bu kafa karıştırıcıdır.  Gilles Veinstein Osmanlı belgelerindeki gizemli Polya’yı çözdü; onlar Polya derken Sigismund’un karısı, Polonya/Lehistan kraliçesi Bona Sforza’nın Karadeniz’de değil, Akdeniz’deki aile mülklerini yani Ban (Bari) prensliğini, yani İtalya’daki Puglia’ya kastediyorlardı (bk Piri Reis haritası). Diğer taraftan  şöyle bir soru da cevaplandırılmalıdır : Bu belgeleri yazan Osmanlı memur ve bürokratları  Leh kraliyet ailesinin şahsi mülklerinin nerelerde olduğunu nereden biliyorlardı? 

1640’da Porte’de bulunan Leh büyükelçisi Wojciech Miaskowski vezir-i azam Kara Mustafa paşa ile görüştü. Paşa elçiyi Osmanlı toprağındaki Kudak’da kale inşa ettikleri için öfkeliydi. Elçi bir harita istedi ancak Topkapı’da bir harita yoktu ve o zaman Miaskowski eline bir çubuk aldı ve  toprağa bir kroki çizerek “bu Dnieper, Dniester, Boh, Oczakow, Karadeniz, Kiev, ve diğerleri diye işaretlediğini  ve o zaman Paşa’nın aslında coğrafyayı hiç tanımadığını farkettiğini” nakletti. Paşa krokiyi gördükten sonra Kudak’ın Leh kraliyet topraklarında olduğuna ikna oldu. Baron de Tott Osmanlı devlet adamlarının jeografik bilgisizliklerini vurgulamak için Rus Baltık filosunun Akdeniz’e inebileceğine ihtimal bile vermedikleri için yenilgiden sonra büyük bir şok yaşamışlardı, diye yazdı (1770 Çeşme Baskını) 

Kimi Osmanlı devlet adamlarının coğrafya ve harita okuyuculukla problemli oldukları bir gerçek ise de genelleme yapmamalıyız. Kopenhag’da muhafaza edilen Danimarka krallarına hitaben mektuplardan 1658 tarihli olanında Kırımlı  4.Mehmet Giray Han Danimarka kralı 3. Frederik’e “Girit’te Osmanlı’ya karşı savaşan Venediklere yardım gönderme,” der ve Kırım hanının bildiği bir okyanus bağlantısını Osmanlı devlet adamlarının bilmiyor olması ne kadar mümkün? (imparatorluklarda geniş coğrafyaları yeterince tanımamaları biraz da şimdiki teknoloji uydu yayınları yok- genel bir sorun olup eleştirilerden Novellerinde gayet açık olduğu üzere I.Justinian bile kaçamaz.)

Bar’daki  Podolian kalesi komutanı Bernard Pretwicz’in ismi Osmanlı ve Leh sarayları arasındaki yazışmalarda sıkça geçer. Pretwicz’in mazereti  Tatar haydutları kovalarken Osmanlı topraklarına da girmiş olmasıdır. Ancak benzer şekilde o da yanlışlıkla 1545’de Oczakow’un (Özü?) yakılması ile suçlandı, orada başka bir hudut komutanı vardı.

İstanbul ve Crakow arasındaki  1552-54 aralığı yazışmalarda Kefe ve Akkerman arasında seyahat eden Osmanlı tüccarların Polish askerleri tarafından soyulması hakkında epeyce tekrar vardır.  Burası çok sonra Odessa olarak bilinecek Hocabeg/Hacıbey olup Osmanlı’nın deniz kenarındaki kaleleri Akkerman ve Oczakow yakınlarındadır. Bir başka dominant figür Dmytro Vysneveckyj Dnieper üstünde ki Ukrayna (Zaporozya) Sich (Atamanlık) kurucusu idi. 1563’de yakalandı ve İstanbul’da idam edildi. 16.asır sonlarında Kazakların Karadeniz aktiviteleri Osmanlı’yı ciddi anlamda rahatsız etmeye başlamıştı. 1569’da  İstanbul’dakki Polonya  elçisi Taranowski Moskova üstüne yapılacak Osmanlı-Kırım seferini izlemeye davet edildi. Astrakhan’ı kuşatan askerlere katılmak üzere Karadeniz’den yolculuk yaptı. Önce Akkerman’daki Dniester’den geçti, 2 gün yolculuktan sonra Oczakow’a vardı ve “burada atları sulamak için kuyular dışında pek yaşam mahalli yok,” diye yazdı; 1578’de bir başka Polonya elçisi Marcin Broniowski de bölgeyi ziyaret etti  ve Hacıbey harabesini  (Cacibiei Horodisae) tarif etti. Broniowski’ye göre Kazak aktiviteleri nedeniyle seyyahlar ne burada gecelemek, ne de atlarını yemlemek için durmak istiyorlardı :"idcirco ille locus viatoribus adeo terrori est, ut in eo non solum per noctern quiescere, verum ne pabulari quidem satis secure habeant.”

Denizde de durum çok farklı değildi. 1601 Temmuz’unda Polonya elçisi Alexander Piaseczynski Kırım’daki Akkerman’a ulaştı ve buradan da Gozleve’ye geçmek için bir Türk gemisi kiraladı ve o sırada Kazakların yaklaştığı haberi alınınca gemi o kadar hızla yüklendi ki elçilik malzemelerinden bir kısmı kayboldu. Piaseczynski 1602 mayıs ayında tekrar Hanlık’a gönderilmişti ve Akkerman’da Kazak akınlarının sebep olduğu başka bir panik dalgasına şahitlik yaptı. Kendilerini hristiyan savaşçıları olarak tanımlamalarına rağmen Kazaklar kurbanları arasında Türk(müslüman anlamında), Greek ( Ortodoks), Ermeni veya Slav ( ikisi de mezhebik tanım burada) ayrımı yapmıyordu. Kefe’de Xacatur isimli bir Ermeni rahibi anılarında Kazaklardan “hristiyanları öldüren, kiliseleri yağmalayan ve kadınları kaçıran  tanrısız haydutlar” diye bahsetti; Kazakların bir diğer Kırım akını ardından Xacatur, “Türkler ve Ermeniler birlikte ağladı ve yas tuttu,” diye yazdı.

Victor Ostapchuk 17.asırda  Kazak akınlarının Karadeniz bölgesindeki Osmanlı tebası üzerindeki etkilerini derinlemesine inceledi. Osmanlı politik lisanında burası Dar-ül İslam’ın bir parçası idi ve Batı Akdeniz’ gibi Dar-ül Cihad sahası yani fethedilecek -fethi tamamlanacak topraklar listesinde değildi. Ancak Osmanlılar Karadeniz Kazakları ile mücadelerinde de Gaza terimini kullanmakta idi ve gaza terimi kafirlere karşı kullanılan bir tabir idi.  1620’lerde İngiliz elçisi Thomas Roe Akdeniz’de Osmanlı filolalarının Karadeniz’e kaydırılmasından dolayı doğan boşluk hakkında sıkça yazdı; 1676’da Venedik balyösü Giacomo Quirini:"da mar Nero dipende la difesa e la conservazione deI mar Bianco,” diyecekti: “Akdeniz’in savunulması ve korunması Karadeniz’e bağlıdır.” 

Ostapchuk  Karadeniz 300 senedir Osmanlı gölüydü tezini kabul etmedi ve 17.asır Osmanlı devlet adamları ve kronikçilerini esas alarak  modern tarihçiliğin “saf ve el değmemiş deniz iddiası geçersiz,” olduğunu savundu. Bu tartışmalar o kadar güçlü idi ki Karadeniz tarihi uzmanı Charles King’de dahil ve ikna oldu ve Osmanlı’nın Karadeniz hakimiyetini kaybetmesi Küçük Kaynarca veya Rusların Azov’u ele geçirmesi  veya 1680 Hollanda gemilerinin navigasyon imtiyazları ile değil, ama bunlardan daha önce 17.asır başlarındaki Kazak akınları ile başladı, dedi. (1630-50’ler. Çelebi Evliya da tam bu zamanda seyahatlerine başlıyor.)

Halil İnancık’ın Karadeniz’de Osmanlı tezine göre Osmanlı 1539 Bucak fethine kadar Karadeniz’de tam hakim değildi ve bir asır sonra 1637’de Don Kazaklarının Azak kalesini ele geçirmesi  ile Padişah’ın Karadeniz’deki prestiji epeyce sarsılmıştı ve öyle ise ortada sadece bir asırlık nispeten barış dönemi vardı ve yine de Karadeniz’in kuzeyinde Osmanlı sınırları hala belirsizliğini koruyordu.

1545’de Oczakow (Özü) Polonyalılar tarafından küle döndürüldü ise, ve takip eden on yıllarda Polonyalılar Moldovia’ya aktifler ve Wallachia’da Cesur Michael ve Kazaklar yükselişte, Dinieper ağzından hariç Osmanlı’nın tam hakim olamadığı başka bir Karadeniz noktası da Simancas İspanyol arşivlerinden çıktı:  İlkinde Kartli’deki Gürcü kralı I.Simeon İspanya kralı II. Philip’e yazmıştı, mektup Ağustos 1596’da Tiflis’den gönderilmişti, biri Grek diğeri Ermeni dilinde mühürlü iki kopya  olup arşivde İspanyolca kopyaları ile birlikte muhafaza edilmişti.  Georgia /Kartli kralı Philip’e Türklere karşı ortak askeri ittifak teklif ediyor ve Kakheti’deki Gürcü kral Alexander, Transilvanya prensi Zsigmunt Bathory ve Persia’daki Şah Abbas’ın da bu koalisyona destek vereceğini tahmin ediyordu. Zamanlama iyi idi, Osmanlı ve Habsburglar arasında epeydir savaş vardı ve Osmanlı otoritesi Tuna prensliklerince sınanmakta idi.

Simancas’da muhafaza edilen ikinci mektup Gürcüce olup 1625 tarihinde Kakheti kralı I.Teimuraz tarafından İspanya kralı 4. Philip’e gönderilmiştir ve yine bir koalisyon teklif etmekte ve hayli megaloman bir dille yazılmıştır. Mektubu getiren rahip patronundan : "el Rey de la Iberia, que por otro nombre se llama Rey de los Jorgianos; el qual tiene sus Reynos y estados entre Persianos y Turcos, que se tienden desde el mar Caspio hasta el mar Negro cerca deI monte Caucaso,” diye bahseder; Jorcianların kralı olarak da bilinen İberia kralı, Caspian denizinden Karadeniz’e kadar ki bölgede, Persler ile Türkler arasındaki topraklarda yaşar/ hakimdir.  İki yıl sonra aynı Teimuraz  Papa Pietro della Valle’ye yazdı ve “ neden Kazaklardan bir Karadeniz filosu kurmuyor ve  birlikte Osmanlı’ya karşı savaşmıyoruz?” dedi. Benzer diğer egzotik projeler gibi bu da asla gerçeğe dönüşmedi ise de yazışmalar bölgedeki bazı yerel unsurların ne tür düşünce halinde oldukları hakkında fikir verdi. Her halükarda Osmanlı 300 seneden fazla Karadeniz’deki insan aktivitelerinde önemli rol oynadı ancak bu rolü kesintisiz ve statik değildi. Harem metaforunu ciddiye alacak olursak (metaforun doğru tercih olmadığını anlatmak istiyor yazar bu arada) Sultan Harem’ini de pek kontrol edemiyordu o zaman demek durumundayız.

Son on yılda Osmanlı tarihçileri Halil İnancık’ın merkeziyetçi ve statik tezinden bilinçli veya bilinçsiz uzaklaştı. Iane Hathaway  Osmanlı Mısır’ında antik kabile bağlantıları ve onların politik bağlantılarını keşfetti

*Evliya Çelebi 1964 baskısında Mısır’daki Abaza, Çerkes, Gürcüler ve Ruslar ile Kafkasya’dakiler arasında bağ vardır ama Rus derken kastettikleri Mosko derken kastettiği Ruslar olmayabilir. Mısır’da Çerkesler Haşimi ama Abazalar Kureyşi’dir. Kafkasya tarafında herkes Kureyşidir ama Haşimi ve Kureyşi derken tam olarak ne demek istediği açık değil ve ilaveten devam eden araştırmalar Memluk Mısır’ı ile Kafkasya’yı biraz harmanlamış sanki -Osmanlı’daki Abaza,Gürcü, Çerkesler de mesela kastedilen Mısır stokları mı Kafkas stokları mı  hangi Abaza/Çerkes/Gürcü hangi taraftan  ve hangi tarih aralıklarında ne vesile ile sürece dahil oluyor bunları  hareketleri takip için ayıklamak lazım bence. Çelebi ayrıca Cenevizlerle bağlantılı bir Ömer’den bahsediyor bu Halife Ömer ise 640’lardayız ama Cenevizler 1260’dan sonra Karadeniz’de. Hangi Ömer? Ya da tam olarak ne demek istedi?

Gabor Agoston’a göre klasik çağ öğrencileri kaynaklarının kurbanları idi. Onlar eğer 16.asırda İstanbul’dan eyaletlere gönderilen Sultan fermanlarına baksalar idi Osmanlı merkezi hükümetinin en uzak hudut bölgelerinde dahi hakim olduklarını görebileceklerdi.  Erken Kemalist Cumhuriyet’in entelektüel ortamı Türk tarihçiliğindeki merkeziyetçi ve Weberyan anlayış arasındaki  önyargıları güçlendirdi. Şevket Pamuk 2004 Osmanlı imparatorluğunda para basımı tarihinde II. Mehmet rejiminin son derece merkeziyetçi olduğunu belirtirken ancak bu tüm zamanlarda böyleydi diye algılanmamalı, diye de uyarır. 16.asra geldiğimizde  devlet mekanizması ve merkeziyetçilik hayli zayıflamıştır. Sonuç olarak Osmanlı’nın Karadeniz’deki kontrolü hakkında öğrenilmesi gereken daha çok şey olduğu bellidir ve erkinin kontrolünü doğru değerlendirmek için devlet bürokrasisinin klasik ve klasik çağ sonrası fonksiyonlarına ve etkilerine bakmak gerekmektedir.

*

1877-78 savaşında Karadeniz filosu tarafından topa tutulan limanlar Sivastopol (Kırım’daki), St.Nicola, Poti, Sohum, Opanazyo,Teodosya (Theodosia-Kefe tarafı) ve Anapa’dır.  St. Nicola ile Opanazyo’yu bulamadım -ve Osmanlıca’dan çeviri olacağından ABC farklarını da dikkate aldım ama Batum’da Osmanlı deniz üssü var ise ve Sohum da sonuç olarak Osmanlı kontrolünde ise, haritada ben yanlış okumuyorsam Poti’de Ruslar deniz gücü olarak nasıl olabilir?  İlaveten Özü denen mevki aslında kuzeybatı Karadeniz’de ama şimdiki Gürcistan batısında da Özügeti denen bir yer var  ve Sohum kale ile bu iki Özü’den biri de bazen eşlenir  ama kimse kafasında aynı lokasyonu canlaNdırmıyor anladığım kadarıyla.

GKB’nin 1853-56 Kırım Savaşı ve 1877-78 Rus Harbi ile alakalı incelemeleri var.

*

Mehmet Tütüncü- Karadeniz kuzeyinde Osmanlı kitabeleri Ukrayna – Moldova- Rusya – Gürcistan- Litvanya’da Anapa’dan bahseder :

Odessa Müzesinde bulunan iki parçaya bölünmüş bu kitabe yeri tespit edilemeyen bir Kale'ye aittir. Maalesef gerek müze kayıtlarında gerekse kitabedeki yazıda kalenin ismi yazılmamıştır. Sultan III. Selim'in ve kaleden sorumlu Mustafa Paşa ve Mustafa Ağa adında isimleri kitabeye yazılan şiir metninde bulunmaktadır. Sene olarak H. 1210 (M. 1795/96) Bu kitabedeki isimlerden hareketle yaptığımız bir araştırma bizi Anapa kalesine götürüyor. Kitabede bulunan tarihte iki  Mustafa'dan birisi bina emini diğeri de kale muhafızı olmalıdır. Arşiv belgelerinden bu isimler Anapa kalesinde bir araya geliyorlar.

1-Anapa ve Soğucak kalelerine bina emini olarak eski kapıcıbaşı Bergoslu Mustafa Ağa atanmıştır-1792

 

2-Bina Emini Mustafa Ağa azledildikten sonra İstanbul’a çağırılarak yaptığı harcamalarla ilgili bilgi vermesi istenmiştir -7 Mayıs 1796

 

3-Anapa Muhafızlığına ise Seyyid Mustafa Paşa atanmıştır. Moravî Nakibzade Seyyid Mustafa Paşa, 22 Mayıs 1792’de Anapa muhafızlığına getirilmiştir

 

 Seyyid Mustafa Paşa yaklaşık dört yıl bu görevi yaptıktan sonra Anapa muhafızlığından  zimmete para geçirmekten suçlu bulunup 12 Ekim 1796 tarihinde görevden alınır.

Anapa Çerkesya’da mıydı yoksa Abhazya’da mı? Dosya isimlerini veriyorum zaten arkadaşlar, siz de bütün olarak okuyun. Benim anladığıma göre arada doldurulması lazım boşluklar var ama 1640-81 Evliya Çelebi zamanında Faşa nehrinden Anapa’ya kadar Anapa dahil Abhazya’dır (diğer adıyla Abazistan) ama Ferah Ali Paşa zamanında 1779-80  Anapa Çerkesya’dadır.  Demek ki aradaki yaklaşık 100-120 senede bir şeyler değişiyor ama nasıl değişiyor-boşluğu doldurmak gerekiyor.  Tume İlyas zamanında Anape kabağısı  Adığe’dir. ( tıkva/qabak Evliya çelebi de dairesel yerleşke, ayrıca dairesel teknelere de qabak diyor ve ayrıca mabetlerin kubbeleri de dairesel olduğundan genelde kuzeye yapışmış bir balkabağı lakabı hakikaten de var.) Çelebi 1640-1681 arası bir vakitte Anapa pasajında “Eğer bu kaleyi tamir edilip onarılarak içinde mükemmel bir cephaneyle donatılmış garnizon (askeri birlik) yerleştirilirse bütün Abaza ve Çerkezistan diyarlarını itaat altına alıp haraca bağlayarak eyalet etmek kolay bir iş olurdur,” der ama aynı Anapa’dan mı bahsediyoruz? Peki 1600 ortalarına kadar bu kıyıların Osmanlı ile ilişkisi nasıldı? Bir karmaşa var. Buna sonra bakalım.

Kitaba dönersek  (Mesudiye zırhlısı) sayfa 128’den itibaren Rauf Orbay Paşa’dan bahsedilir.

Mayıs 1908’de isyandan endişelenen Sisam prensi Kupas efendi’nin talebi ile Sisam adasına bir  Mesudiye zırhlısı, Hamidiye, Marmaris ganbotu ve Peyk-i Şevket küçük krüvazöründen bir filo gönderilir. Filo komutanı koramiral Halil İbrahim paşadır. Ayaklanma bastırılır ama uzun zamandır ihmal edilen donanma ile ilgili bir hakikat de ortaya çıkar- Mesudiye ve Hamidiye’nin seyir hızına yetişemez diğerleri ve mürettebatın büyük kısmı da hiç atış talimi almamıştır. Rauf Orbay Peyk-i Şevket komutanı ama bu kitapta Sisam seferinde olup olmadığı belli değil. Başka kaynaklarda Sisam’dadır. İsmi daha sonra Hamidiye ile anılacak ama bu kitapta Hamidiye ile anılmıyor.  

31 Mart vakasında (12 nisan 1909) ayaklanma donanmaya da sıçramıştır. Sohum’dan hatırlayacağımız Asar’ı Tevfik’in süvarisi binbaşı Ali Kabuli bey isyancılar tarafından linç edilir, mürettebatını engelleyemeyen Mecidiye süvarisi Muzaffer bey intihar eder. Mesudiye zırhlısının ateşçi subayları da görev yerlerini terk etmiştir. Mesudiye’nin süvarisi Hakkı bey başkanlığında aralarında Rauf Orbay’ında olduğu bir soruşturma heyeti kurulur ve suçlu bulunan denizciler divan-ı harbe verilir. 

Rauf Orbay  bu olay hakkında Kazım Karabekir’e yazar:

Frenkleşme/modernleşme karşıtı askerler mektepli zabitleri vuruyorlar ve şeriat isteriz diye bağırıyorlardır.  Devriyedeki Peyk-i Şevket’in sandalına binen Orbay Beşiktaş önündeki Mesudi’ye gelir. Burada henüz sorun yoktur. Akşam üstü Boğaziçi yolcu gemisine binen isyancı askerler donanmanın önünden geçerken silah atarlar ve Orbay topçularına hazır olun emri  verir ve gemisindeki zabit mürettebata gemiden ayrılmayın, sefer halindeyiz der.  (Orbay’ın komutasındaki gemi gerçekten ayaklanmaya katılmadığı gibi o hengameye rağmen rutin disiplinini de bozmuyor.)

Assays of history of Georgia’da 1905 -1907 ayaklanmaları ile alakalı o tarafta kalan Abhazlarla alakalı benzer bir durum var:

Abhaz ve Gürcü tarihçiliği doğal olarak 1905-1907 ayaklanmasında etnik Abhazların olmadığına dikkat çeker. 1910’da imperiyal rejime karşı mücadele eden savaşçı George Sharvashidze “ burada beklenmedik bir şey oldu.  Meşhur isyankar Abhazlar nasıl oldu ve hangi sebepten tüm Rusya ayakta iken öylece ve sakince oturdu, bu namussuzları anlamak gerçekten de zor,” diye yazdı.

 

” Onlar her zaman hiç ummayacağınız böyle şeyler yapardı.”

 

*namussuz yerine başka kelime de seçebilirdim ama doğallığında kullandığını sandığım sözcüğü seçtim ve iki farklı olay arasında disipline hakimlik anlamında paralellik kurdum. 31 Mart ayaklanmasında İstanbul’da olup da isyana katılmayan tek savaş gemisi Rauf Orbay komutasındaki Peyk-i Şevket’tir, mürettebat rutinini bozmaz.  İsyancılar gemiye çıkar ve mürettebat yine de onlara pas vermez ve onları indirirler. Sürmeneli ateşçibaşı Genç Ağa olayın kahramanlarındandır-gerçek ismini şimdilik bulamadım ama Orbay’ın hatıralarına da bakacağım, belki oradan çıkar.   

 

Assays from history of Georgia’da  yazar 1905-1907’ Abhazya’sındaki hakimiyet durumunu şu sözlerle değerlendirir :

 

Ancak bu bazı şeyleri diplomatik dille söylemenin bir yolu idi. Feodal sistemli bir millet kavramı günümüzde kulağa komik gelse de orada hala güçlü idi ve bunun onlardan çekilip, alınması gerekiyordu. Dolayısı ile devrim propagandası burada hiçbir sosyal çatışma olmadığı için sonuç vermedi.

 

1906 Mayıs’ında Askeri valinin altını çizdiği üzere Abhazya halkı hükümete sadakat gösteren çevresel bölgelerden farklı olarak olan bitenlerden resmen “suçlu” ilan edildi ve Abhazya’dakilerin çoğu bununla gurur duydu. (Ayrı düştük ama damar aynı damar)  Ekonomik sebeplere dayalı Abhazya’daki sosyal ihtilaf  iç çatışmaya döndü. 27 Nisan 1907’de İmparator Abhazlar üstündeki “Suçlu,” damgasını kaldırdı. 11 Mayıs 1907’de  I. Vorontsov – Dashkov konuşmasında “Abhazların gelecekte imparatorlarına asla suç işlemeyeceklerini umduğunu  ve 1905 testinden onur ile çıktıklarını,” söyledi. 

 

Niye suçlu olduklarını ben hala anlamadım.  Ayaklanmalarda varlar mı yoklar mı? Ayaklanmadıkları için mi suçlular?  Otoriter feodal oldukları için mi? Yoksa Rusların  canları sıkıldı ve sosyal deney mi yaptılar? Ya da ne?

 

*

 

Zaman olarak da yaklaşık paralelindeki 31 Mart Ayaklanmasına dönersek : Ancak gidişat iyi değildir. Rauf paşa isyana dahil olmamak için Fethi Bülent zırhlısı ve Hamidiye ile birlikte Selanik’e geçmeyi uygun bulur ve seyir halinde iken yanından geçtiği Asar’ı Tevfik’de süvarisi ve zabitlerini esir alan silahlı asileri görür; ancak Selanik’e gidemez çünkü isyan Hamidiye ile Mesudiye’ye de sıçramıştır ve Mesudiye Peyk-i Şevket’e hareket ederse batırılacağı uyarısını verir. Rauf bey ertesi gün bir taraftan günlük rutini devam ettirirken Mesudiye’den davet alır. Tersane komutanı miralay Sami bey görüşmek istemektedir. Orbay’ın ateşçiler çavuşu Sürmeneli Genç Ağa, giderseniz sizi öldürürler diyor ancak emir komutandandır ve  Rauf bey gitmek zorundadır.  Genç Ağa engel olamayınca “o zaman biz de geliyoruz,” der. Sonra plan değişir ve Mesudiye’den iki sandal asker bu tarafa gelir. Pek-i Şevket de herkes alarmdadır ve gelenler bu tarafın disiplinli haline kıyasla başıbozuk gibidir. Peyk-i Şevket’in gediklisine derler ki: “geminizin kaptanı kafirdir.  Babamız onu istiyor, götüreceğiz.”

 

Sürmeneli Genç Ağa öne çıkıyor: “padişahın selamını getirdiniz, aleyküm selam dedik. Kaptanımızı da zabitlerimizi de sizden iyi biliriz, fenalıkları varsa ceza etmesini de biliriz. Erkek yalnız siz misiniz? Biz erkek değil miyiz? Ceza veremez miyiz? Terbiyenizle geldiniz, terbiyenizle gidiniz..”

 

 

Gelenlerin ele başı Borazan Fethi, Ali Kabuli’yi linç edenlerden, Genç Ağa’nın çıkışması ile tekneden inmeye zorlanıyorlar ve daha sonra da tutuklanıp divan-ı harbde yargılanıyorlar.  Bu arada  Makedonya ordusu olarak da anılan Hareket Ordusu da şehre yetişmiştir.  İsyancı 4 zırhlı Hareket ordusuna katılmaya ikna edilir, yeni filo komutanı Albay Rüstem beydir.  Fethi Bülent zırhlısı toplarını Selimiye kışlasına çevirerek o taraftaki isyancıları ikna eder.  Hareket Ordusunun kumandanı Mahmut Şevket paşa 28 nisan Salı sabahı tüm gemi kumandanlarını Mesudi’nin kıç tarafındaki subay salonunda toplar ve durum değerlendirilir. 

Mesudiye 13 Aralık 1914 tarihinde, saat 11.58'de torpillendi.

*

Elimdeki ikinci kitap Kazım Erbil- Bahriye’de Gördüklerim Duyduklarım

Sayfa 18 + : 1903 senesinde İngiltere’de inşa edilen Hamidiye’nin alınma öyküsü dönem isyanlarında ölen Ermenilerin ailelerine ödenilecek tazminatlarla bağlantılıdır.  Bulunan yumuşak çözümle İngiltere, İtalya ve Amerika’ya satış bedelinin çok üstünde bedel ödenerek birer savaş gemisi ısmarlanır.  İngilere’den Hamidiye ve Amerika’dan Mecidiye gelir ama İtalya ile para konusunda anlaşmazlık çıkar ve Draç sınıfı siparişler teslim alınamaz. (Tarihte ne enteresan hikayeler saklı) Abdülhamit ismi ile envantere giren Hamidiye İkinci Meşrutiyet rejiminde Hamidiye ismini alır. Osmanlı donanmasında telsiz takılan ilk gemidir.  Rahmetli İsmet İnönü Hatıralar kitabında, Yemen’deki isyanı bastırmak ve oradaki askerleri disipline etmek üzere atanan A.İzzet paşa ve karargahını Yemen’e götürmek üzere Hamidiye’nin atandığını anlatır. Hamidiye “yeni bahriyemizin ümidi ve şerefi, en ileri kıymetten Kolağası Hüseyin Rauf beyin kumandasında idi. Bütün subaylar seçme idi. Rauf beyi, daha evvel İstanbul’da pek iyi arkadaşı olan Karabekir vasıtası ile tanımıştım. Şimdi uzun bir deniz seyahatinde onun kumandasında arkadaşlık etmek benim için pek kıymetli bir fırsat olmuştur.”

Hamidiye Yemen Hüdeyda limanına bir ay süren seyirle ulaşır.  Siyaset sonra onları ayırdı. İnönü Cumhurbaşkanı olduğunda yurda dönen Orbay’ı İnönü Londra büyükelçiliğine atadı.

18 Ekim 1912’de Osmanlı’nın deniz kuvvetleri çok ihmal edilmişti ve Yunanistan’ın deniz gücü yüksekti. 1 Ocak 1912’de Amiral gemisi Barbaros’a çağrılan Orbay’a Yunan Averoff zırhlısını Çanakkale boğazından uzaklaştırma planını tatbik emri verildi. Kandırma harekatı  sonuç vermedi ama  13 Ocak’tan 7 Eylül 1913’e kadar süren taktik ile Akdeniz’de tüm zorluklara rağmen ( kömür bulamıyor, haberleşme kısıtlı ve başka pek çok problemler) epeyce baskınlar yaptıktan sonra  23 Nisan-8 Mayıs 1913 aralığında gelen emirle Yemen valiliği hizmetine girdi, ve en nihayetinde 7 Eylül 1913’de Dolmabahçe önünde demirledi.  Ortam aşırı karışık

Rauf beyi ortamın yıldızı yapan ne idi?

Bahriye feriki (koramiral) Mehmet Muzaffer paşanın oğlu olan Rauf Orbay, Cibali ilkokulunu bitirdikten sonra babasının komodor olarak görev yaptığı Trablusgarb askeri rüştiyesine gitti ve 14 mayıs 1893’de Heybeliada Bahriye mektebi idadi (lise) birinci sınıfa kaydoldu. 14 Mart 1897’de Şakirdan’a(Harbiye) geçti ve 30 Mart 1899 da sınıfının sekizincisi mühendis(teğmen) olarak mezun oldu. Heybetnüma okul gemisinde stajını yaptıktan sonra sırası ile Selimiye, ve İdare-i Mahsusa’nın  Garb gemisi seyir subaylığına atandı.  1 Ekim 1900’de Mahmudiye seyir subaylığı, 9 Nisan 1900’de üsteğmenliğe terfi etti ve önce Abdülhamit torpidosu ikinci komutanlığına ve sonra Fetiye gemisine ve yüzbaşılığa terfi ettikten sonra da 24 Ağustos 1904’de Mesudiye zırhlısına atandı. İngilizcesi çok iyi olduğu için Mecidiye’yi Amerika’dan getirdi, ve sonra nakliye gemilerinin satın alınması ve gemi tezgahlarını incelemesi için Amerika’ya gönderildi, 28 ekim 1906’da Almanya’da bakımı yapılacak Asar-ı Tevfik’e atandı ve 2 Mart 1907’de Sol Kolağalığına (Kd.Yzb)  terfi edip,  Peyk-i Şevket kumandanlığına getirildi ve Sisam ayaklanmasını bastıran filotillada görev aldı (yukarıda bahsettik)

14 Kasım 1907’de Sağ Kolağası (ön yzb.) oldu. 31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasında asiler yakınındaki Asar-ı Tevfik’e çıkıp kumandan Ali Kabuli beyi şehit ettiler ama Peyk-i Şevket’ ve mürettebatını elde edemedi.  5 Mayıs 1909’da Hamidiye kruvazörü kumandanlığına atandı ve 7 Mayıs 1910’da taç giyen İngiltere kralı V. George için yapılan deniz geçit töreninde Hamidiye ile Türk donanmasını temsil etti. Milletçe kendisine verilen Hamidiye Kahramanı sıfatı deniz subaylığından istifası, milli mücadele ve devlet adamlığı görevlerindeki hizmetlerinin de üstünde kaldı ve daima Hamidiye Kahramanı olarak anıldı ( bk Hamidiye Kruvazörü)  -emin değilim ama bu seferde yolu Malta’dan geçiyor galiba. Ne var ki bu kadar büyük denizcilik şerefi taşıyan Orbay için birileri Rauf bey ne yapmış? Kömür çalmış diyebilecekti (7 Ay süren Akdeniz akınları ile alakalı sanırım. Resmi görevle dikkatleri Çanakkale’den uzaklaştırmak için bir çeşit korsanlık yapıyor.)

Hamidiye de Nusret gibi hurdaya çıkarıldı ve jilet oldu.

*

93 Harbi ile ilgili notlar sayfa 59

.. Harbin en enteresan hareketi 25 bin kişilik Türk kolordusunun 650 km uzaklıktaki Şıpka geçidindekilere takviye için hızla (17 gün) nakledilmesiydi; Ferik Fazıl paşa bahriye gemileriyle bir tümeni Sohum kaleye çıkardı ve Gürcistan’ın kuzeybatısına yerleştirilen bu tümen Rusları çok rahatsız etti; 3 Mart 1878’de Ayastefanos anlaşmasının şartları çok ağırdı. Rusya savaş tazminatı olarak en yeni yedi savaş gemisini istiyordu, Rusya’nın nüfuzunun artmasından endişe eden diğer devletler Ayastefanos’u kabul etmedi ve bir kısım maddeleri Osmanlı lehine değiştirilerek Berlin anlaşması imzalandı (13 temmuz 1878); Türkiye 802 milyon altın savaş tazminatını 1960’a kadar taksitlerle Rusya’ya ödedi..

*

Sohum kalesi hakkında:

Mateo Pugliese Ceneviz arşivlerine göre, Fatih Sultan Mehmet’in  bireme ve triremelerden oluşan 50 gemilik bir filosu Bessarabia’daki Mocastro’yu yağmalatmak üzere hareket etti ama  kent iyi savunuldu ve Osmanlılar hedef değiştirerek Sevastapolis (Sohum) yönüne ilerledi ve limandaki iki Ceneviz gemisinden birini yedeğine alırken diğerini yaktı. 28 Haziran 1455’de mevcut konsil  Pinelli, St.George Koruyucularına yazdığı mektupta Sebastapolis’in tekrar yağmalandığını yazdı ve bu seferki Osmanlıların saldırısından daha şiddetliydi. Mayıs ve Haziran arasındaki zamanda koloni çevresinde yaşayan Abazalar toplanarak saldırmış ve çok sayıda kişiyi de tutsak almışlardı ve kalanları da Sebastapolis’den kaçmaya zorlamışlardı.”

Açıkcası bu saldırı nedeni belli değil. Pugliese köle ticareti ile bağlantılı olabileceğini düşünmüş ama verdiği kronolojik envanter bana öyle konuşmadı. 1453’de Cenova devletinin (Compagna Communis) borçlarına karşılık Gazaria’yı St.George Bankası’na devretmesi ile İstanbul’un fethi üst üste biniyor.  Belki devir ile de alakalı bir durum vardır veya gerçekten Osmanlı ile alakalı bir sebebi vardır. Tütüncü’de Karadeniz kıyısında yer alan şehir (Sohum)  1578 yılında Lala Mustafa Paşa’nın Safevî Devleti üzerine düzenlediği sefer sonucunda Güney Kafkasya ve Şirvan’la birlikte Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Ama bu seferin kıyı Karadeniz ile bir alakası yok.  Belki Kefe beylerbeyi Janelerden Çerkez Kasım beyin 1563-69 Don-Volga kanal projesine aslında bakmak lazım-demek istediğim belki bir olay var ama yanlış yerden bakılıyordur?

Ramazan Canbek-  Abhazlar ve İslam tarihi’ndeki Yeri sayfa 103’de :

“Bir Ceneviz kaynağına göre (?) Sohum, 1454 yılında Megrel Beyi Bendian’a bağlı bulunmaktaydı. 1454 tarihinde bu bölgeye karşı Osmanlı donanması taarruz etmiş; Abhazlar ve Cenevizlileri tutuklayarak götürmüşlerdi. Bu arada Ceneviz Konsolosu Gherardo Pinelli de tutsaklar arasında Türklerin eline düşmüş olduğundan, 1455 Haziran’ında Kefe’ye sığınmaya çalışıyordu.  Yaşanan bu fetih sonrası Kefe Ceneviz kolonisi yöneticileri, Sohum seferlerini geçici olarak durdurmak zorunda kalmışlardı. Böylelikle Cenevizliler ancak üç sene sonra Sohum’da eski düzenlerine yeniden kavuşabileceklerdi. Nitekim 1457 yılında Kefe’de bulunan Sen-Forj (St.Giorgi) Bankası Osmanlı’dan izin alma şartı ile dağıtılan kolonilerini yeni bir konsolos görevlendirerek tekrar toparlayabildi” der.  

Matteo Pugliese de olay biraz farklı anlatılır, saldıran Abhazların bizzat kendisidir ve dolayısı ile Osmanlı’nın en azından bu sebepten tutuklayacağı veya esir alacağı bir Abhaz olması pek mümkün görünmemektedir.

Gürcistan tarihçiliğinde bu Mengrelya belki Odishi ama onların kullandığı kaynaktaki Mengrelya ile 1544 Agnese Battista haritasındaki Mingrelia aynı değil, ikincisi şimdi Çerkesya dediğimiz yer ve Çelebi Evliya’da Minkrelia daha farklı yerde olup Gürcüler ile rekabet edilen Çaçlar Abazadır ama Minkrelce de konuşuyorlardır. (Peçenek yazıma bakın)

*

Gürcü yazar, halk adamı ve politik figür I. Gomarteli 1917’de Abhazlar ve Megreller arasında tansiyon var mıydı? Elbette,” diye yazmıştı ve bunun sebebi tamamen ekonomi ile alakalı idi. Abhazlar kırsal ekonomi veya çiftçilik veya ticaret veya endüstriyel işlere pek ilgi duymazdı. Bir Abhaz için yakışıklı olmak, varlıklı olmak yeterli idi. Atları, ziyafetleri ve doğayı severler ama çalışmayı sevmezlerdi. Tek başına işlemeyecekleri kadar çok toprakları vardı bu toprakları işlesin diye Megrellere, Grekler veya Armenianlara verirlerdi (yarıcılık). Abhazya’daki Ermeniler ile Grekler başlıca üretimcilerdi. Abhazlardan toprak kiralar ve tütün yetiştirerek çok para kazanırlar ve Abhazlara kira ödemekte asla gecikmezler hatta vaktinden önce öderlerdi.   O zaman ne değişti ve aralarındaki ilişki bozuldu?

Abhazya’daki asıl çiftçi kesim Megrellerdi ve aralarındaki gerginlik devrim hareketleri ile başladı çünkü taraflardan biri arazi sahibi ve diğeri de arazi çalışanı idi. Megreller hasattan Abhazlara vermeyi durdurdu veya anlaşılandan az verdi. Sosyalist avukatlık emekçilere ve çiftçilere toprak verilmeli diyordu. Abhazlar bu olursa topraklarını Megrellerin alacağından korktu. Ve bunlar Abhazia sakinleri arasındaki ihtilafı arttırdı. Megreller arasında demokratik düşünce tıpkı Gürcistan’dakiler gibi yayılıyordu. Ve Abhaz aristokrasisi otoritesini ve yerini korumaya çalışıyordu. Abhaz köylüleri kendi aristokratlarına körler gibi itaat ederler. Onlar arasında sınıf çatışması olmadığı gibi bizdeki gibi sınıflar arası ekonomik ilişkiler de yoktur. Abhaz aristokratları nüfuzlarını korumaya çalışıyordu ve o sebepten Megrellerle çatışma yaşadılar, kendi etki ve nüfuzlarını Abhazya’da korumak için.  .. Assays from History of Georgia’dan.  Bu kenarda dursun.

 

*

 

Tütüncü’de ; I.Petro Dönemi’nde (1862-1725) Ruslar’ın Kafkaslardaki ilerleyişine karşılık Osmanlı Devleti 1723 yılından itibaren Faş ve Soğucak Kaleleri ile birlikte Sohum Kalesi’ni de tahkim etmiştir. Sohum Kalesi’nin 1724 senesinde yeniden başlanılan inşa süreci, 3 Haziran 1729 yılında tamamlanmıştır. Buna göre kale dört tabya ve üç kapıdan oluşmaktaydı. Kalenin içinde kârgir minareli bir cami, yine kârgir çifte un ve mühimmat mahzeni, kârgir cebehâne, tophane mühimmatı konulmak için bir tophane, topçular kışlası, topçubaşı konağı, cebeciler kışlası, ahşap yeniçeri ağası konağı, yeniçerilerin altıncı cemaatine ait kışla, yeniçeri yedinci sekbanlar kışlası, kârgir hamam, müftü ve kadı konağı, imam hanesi, iki katlı muhafız konağı ve muhafız odaları, ekmek fırını, değirmen, peksimet ambarı, iki katlı ahşap kahve odası, iki katlı mutfak, orada bulunan görevliler için yapılan oda ve mutfaklar, kale dışında ise iskele, ağaç köprü,mirî öküz ahırları, kaleye geldiğinde Abaza Meliki ve Abaza beylerinin misafir olarak kalmaları için bir hane, inşaatta çalışan usta ve kalfalar için odalar, Taşlık denen bölgede yapılan öküz ahırı ve ekmek fırını ve köprü gibi çeşitli yapılar bulunmaktaydı. Sohum Kalesi’nin Osmanlı devrine ait 2 kitabesi bugün Topkapı sarayının İkinci Avlu’sunda ve Servili Yol denilen yolun Babüssade’ye yakın kısmında solda yer almaktadır. Bir anıt şeklinde düzenlenen sütunda 2 kitabe ve bir tuğra yerleştirilmiştir. Birinci kitabe, III. Ahmed zamanında yazılmış ve kaleye konulmuştur. Bu kitabe 1877 yılında çıkan Osmanlı Rus savaşında kale Ruslara teslim edilirken yerinden sökülerek getirilmiş ve Topkapı Sarayı’na konmuştur. Abdülhamid ayrıca tuğranın altına kitabenin getiriliş sebebini belirten 4 kıtalık bir kitabe daha yazdırmış, bunun altında ise kaleden gelen kitabe bulunmaktadır. Bütün bunların üstünde de Sultan II. Abdülhamid’in tuğrası bulunmaktadır.   

Bu kitabe yukarıda andık kimilerine göre aslında Özü kitabesidir, hakkında tartışmalar devam etmektedir.  

Devam edecek..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



Bu yazı 2402 defa okunmuştur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YUKARI