H İ K Â Y E :
ALÇALMAYAN GURUR ÖLMEYEN VATAN ÖZLEMİ
M. LAKRBA’dan
Çevirenler :
Abgımba Ardaşen-Papa Mahinur- Kopsırgen Orhan
— Ne kadar acı yabancı göğün altında el ekmeği! Ne kadar da güç ve ağır el kapısına bakmak! Cennet vatandan ayrılmak, yabancı diyarda olmak. Derin bir iç geçirerek piposunu tüttüre tüttüre, kendi başından geçen bir hikâyeyi anlatmağa başladı AYSAN ZALMBÎ. Hepimiz dinliyorduk, anladığım kadar iyi hikâyeler biliyordu..
— O zaman on yaşında bile değildim. Muhaceret oldu. Türkiye’ye gitmek için ailemiz dahil bütün komşularımız yerlerinden oynadılar...
Kız kardeşimle beraber bizi bir gemiye bindirdiler, bilmediğimiz ve görmediğimiz bir diyara gitmek üzere... Denize açıldık, o güzelim şirin Abhazya'yı terkedip gerilerde bırakarak. —Sonra biraz düşünüp ilave etti.— «Terkedip» diyorsam gönül rızası ile, isteyerek olmadığı şüphesiz.
Zorla yurtlarından kovulanlara benziyorduk. Boşalttığımız evleri, ayrılır ayrılmaz ateşe verip yakıyorlardı. Geriye dönmemizden korktuklarından olacak galiba.. Ama benim demek istediğim bunlar değil.
Muhaceretimiz kötü bir mevsime, sonbahara rastladı. Havalar hep bozuk gidiyor, yağmur göz açtırmıyordu. Gemimiz hırçm dalgaların arasında çatırdayıp duruyordu. Batan gemilerin sayısı da az değildi.
Ayrıca Tifüs hastalığı da milleti kırıp geçiriyordu. Gemi mürettebatı sabahın erken saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar aramızda dolaşıyorlar, hastalığa yakalananları kaptıkları gibi denize atıyorlardı.
Kız kardeşimle annem de aynı felâkete uğradılar. Annem hasta değildi, hasta olan kız kardeşimdi. Annem kız kardeşimi vermemekte diretince, ikisin ide birbirlerine sarılmış vaziyette, gözyaşları ve feryatlar arasında denize attılar. Aradan yüz sene geçmesine rağmen o sahne gözlerimin önünden gitmiyor.
Trabzon’a yakın bir yerde iskan ettirdiler. Hemen basit kulübeler kurarak yerleştik. Açlık sefalet, yorgunluk, soğuk havalar belimizi büküyordu. Zavallı babam geçkin yaşına ve geçirdiği meşakkatlere
rağmen güçlükle de olsa ayakta durabiliyordu. Halini gördükçe içim acı ile burkuluyordu. Acıyordum, yüzüne baktıkça derin iç geçiriyordu.
Farkımdaydım, bakışımın rengimin, halimin insanı korkutacak kadar kötü olduğunu. Kuvvetten düşmüş, ayakta zorlukta durabiliyordum.
Yolda bize refakat eden askerleri değiştirip yenilerini gönderdiler.
Her sabah ekmek getiriyorlardı. Taş gibi katı... Ama başka yiyecek bir şeyimiz yoktu. En büyük derdimiz susuzluktu, yakında içecek su yoktu.
Bir gün sabahın erken saatlerinde babam beni uyandırdı.
— Kalk oğlum kalk!. Giyin. Seni hekime götüreceğim. Ne yapıp yapıp Trabzon’a ulaşalım. Hele bugün vaziyetini hiç beğenmiyorum.
Gözümün önünde eriyorsun dedi.
Kalkıp güçlükle giyinmeye başladım. Sonra birkaç kırık ekmek tutup yola çıktık.
Bir an önce varmağa çalışalım. Hekime verecek parayı bulmak için birkaç yerde odun kesmem, çalışmam lâzım - diyordu babam. Bir müddet yalnız başıma yürüyor, halsiz kalınca babamın sırtına biniyordum.
Öyle öyle güç bela Trabzon'a vardık. Çarşıya girince sokak sokak, kapı kapı dolaşmaya başladık. Babam soruyordu : «Odununuzu keseyim, ihtiyacınız var mı?» diye. Fakat o perişan vaziyetlerini gördüklerinde, bir şey beceremez zaten ölmek üzere diye iş vermiyorlardı.
— Korkma evlâdım, metin ol, Tanrı büyüktür. Bizi bu kadar da ihmal etmez herhalde gibi gözlerle bana cesaret vermeye çalışıyordu.
Hiç olmazsa açlığı bir nebze gider diye elindeki kuru ekmek parçasını ağzıma veriyor ve ebedi ayrılacakmış gibi saçlarımı okşuyordu. Daha yürümeye mecalim kalmayıp büsbütün takatten düşünce büyük bir merdivenin yanında çöküverdim.
— Yoruldun, görüyorum; buraya gel - deyip beni merdivenin bir basamağına oturttu. Kendiside yanıma çöküverdi. Bir müddet başı iki eli arasında düşündükten sonra kederli ve hüzünlü gözlerini bana dikerek:
— Ne yapacağım biliyorsun oğlum. Ben gidip geleyim. Sen burada bekle, hiç bir yere gitmeden uslu uslu otur. Kimseye mani olma ben hemen gelirim.
— Merak etme baba. Gideceğin yere git, seni burada beklerim. - dedim. Ayağa kalkıp yürümeye başladı. Evin köşesine gelince durup arkasına uzun uzun baktı. Sonra köşeden kaybolup gitti.
Kımıldamadan oturuyordum. Bekledim, bekledim bir hayli zaman geçmesine rağmen bir haberini alamayınca korkmaya başladım. Giderken rengi bakışı, vaziyeti son derece kötüydü. Güç bela ayakta durabiliyordu.
«Sakın yolda bayılmış olmasın» diye düşündüm. Kalkıp köşe başına gittim. Ve geniş caddeye doğru belki babamı görebilirim diye bakmaya başladım. Caddede, insanlar, arabalar kaynaşıp duruyordu. Baktım baktım fakat babamı göremedim. Biraz daha ilerleyim diye düşündüm ve caddeye doğru yürümeye başladım. Büyük mağaza ve bakkal dükkânlarının bulunduğu bir yere gelmiştim ki, babam gözüme çarptı. Kocaman bir evin önündeki kaldırımda heykel gibi dikilip duruyordu. Düşündüm bir mana çıkaramadım. Geri dönerken yorulduysa niçin oturmuyordu?... İstese yanıma gelebilecek kadar yakın neden uzun müddet böyle dikilip duruyordu. Küçüktüm fakat bu tür düşünceler aklımdan geçiyordu. Düşündüm, fakat bir mana çıkaramadım.
Yanma gideyim diyordum, ama «Burada otur beni bekle peşimden gelme» dememiş miydi... Şimdi beni burada görmesini istemezdim.
Göremeyeceği bir yere ilişip gizli gizli bakmağa başladım. Şaşkın ve merakla bakıyor, ne yaptığını anlamak istiyordum. Niçin duruyor burada?... Bazı bazı elini yukarıya doğru kaldırmak istiyor ama bir türlü kaldıramıyordu. Nedir kaldıramadığı, bu kadar ağır olan şey?... Aaa kaldırmağa çalışıyor, hafifçe kaldırdı kaldırdı ama nafile yine başaramadı. Elindekini görmek istiyorum, görebilecek kadar da yakın değilim ki. Gelen geçen insanlar mani oluyorlar. Biraz daha yaklaşayım deyip saklana saklana iyice yanaşıp göremeyeceği şekilde kendimi gizledim. Şimdi çok yakınındayım... Ben babamı gayet iyi görebiliyorum fakat o beni göremiyor. Ahh, ahh, ne acı babamın yüzünü görünce içim sızladı, kalbim acı ile burkuldu...
Babamın büyük bir ızdırap çektiği belli oluyordu. Ellerine baktım boştu yere bıraktıysa dedim aşağıya baktım fakat yerde de bir şey yoktu. Nedir öyleyse çekip çekip yerden kaldıramadığı?... Bulunduğum yerden de bir şey anlı yamadım. Sessiz sessiz bakıyordum... Elleri iki yanında, kıpırdamadan duruyordu. Bir ara sağ eliyle alnında biriken terleri sildi, sonra ileriye doğru baktı. Birden telâşla üstünü düzeltip kendisine bir çeki düzen verdi... «Tanıdığı bir kimsiyi gördü herhalde » diye düşündüm. O tarafa doğru bende bir göz attım... Babama, birisi; bakarak gittikçe yaklaşıyordu, başında kırmızı bir fes ve gayet güzel giyimli bir şahıs. Babam gerilip sağ elini yukarıya kaldırmak için uğraşmağa başladı.. Çekti, çekti ama olmayınca sol eline geçti. Çekti kaldırıyor kaldırıyor fakat nafile bir türlü elini kaldıramıyordu.... Adam bir müddet onu seyretti, sona elini cebine atıp çıkardığı bozuk paraları babama uzattı. Babam bunu görünce son kuvvetini de yitirip olduğu yerde yıkılıverdi..........
Ben ağlayarak gelip, baba baba diye feryat ederek üzerine kapandım.
Halk etrafımızı sardı. «Ne oldu, ne oldu» diye birbirlerine soruyorlardı...
Polis gelip hepsini dağıttı. Gelen diğer polisler babamı bir arabaya koyup mezarlığa görürdüler. Alışmışlardı galiba zira göçmenlerden her gün ölenlerin sayısı bir hayli idi. Hemencecik işlerini bitirdiler…..
NOT: Bu yaşanmış hikâye 1969 yılında M.Lakırbanın Yaşanmış hikayeler adlı eserinden ayrılmaz üç arkadaş Papa Mahinur-Abgımba Ardaşen ve Kopsirgen Orhan tarafından tercüme edilmiş KAFKASYA KÜLTÜREL dergisinin 24. sayısında yayınlanmıştır. Büyük göçün 153 yıl dönemi nedeniyle bir daha yayınlamayı uygun bulduk.